28 Ocak 2015 Çarşamba

CHİUNE SUGİHARA: BİNLERCE YAHUDİYİ ÖLÜMDEN KURTARAN DİPLOMAT


Binlerce Yahudi’yi Nazilerden kurtardığı için ‘Japon Schindler’i olarak adlandırılan Chiune Sugihara’nın hikâyesi…Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Kasım 1939’da, bir Japon diplomat olan Chine Sugihara, Litvanya’nın dönem başkenti olan Kaunas bölgesinde büyükelçilik görevine başlamıştı.  Almanya ile Sovyetler birliği arasında yer alan 120,000 nüfuslu şehirde yaklaşık 30,000 kişilik bir Yahudi cemaati vardı.  Barış içinde yaşayan Litvanyalı Yahudiler savaşın kendilerini etkilemeyeceğini zannederek, çok geç olana kadar tehlikenin farkına varmadılar. 1940 yılında Sovyetler Birliği ülkelerini işgal ettiklerinde ise, kaçmak için iş işten geçmişti.
Sovyetler, Kaunas’daki büyükelçiliklere ülkeyi terk etme emir vermişti. Eşyalarını toplarken, Sugihara’ya konsolosluk önünde bekleyen bir Yahudi temsilci grubunun kendisini görmek istediği bilgisi geldi. Bu gruba,yıllar sonra İsrail devletinde bakan olacak olan Yahudi mülteci Zerach Warhaftig başkanlık ediyordu. Sugihara kısa bir konuşma için temsilcilerle görüşmeyi kabul etti. Yahudi üyeler umutsuz bir istekle gelmişlerdi.
Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Litvanya’daki Yahudi göçmenler büyük sıkıntıdaydı, onlara kapılarını kapatan dünyaya bir çıkış yolu arıyorlardı. Dünyada herhangi bir yere göçmenlik vizesi almaları neredeyse imkansızdı. Umutsuzca sürdürdükleri girmelerine izin verecek ülke arayışlarında, bir Hollanda kolonisi olan Curacao ‘nun giriş vizesi istemediğini öğrendiler. Bu, Litvanya’dan ayrılmalarını sağlayabilirdi. Fakat savaş Batı’ya giden tüm olası güzergahları kapadığından, temsilciler transit vize istemiyle Japon konsolosuna gelmişlerdi. Bu transit vizelerle Sovyetler Birliğinden geçme izni alabileceklerdi.
Sugihara’nın Yahudileri kurtarabilmesi için Tokyo’daki Dışişleri Bakanlığı’ndan izin alıp Yahudilere vize vermesi gerekiyordu. Japon konsolosu vizelerin verilmesi için gerekli izni üstlerinden almak için zaman istedi. 9 gün sonra Tokyo’dan cevap geldi. Talep reddedilmiş, transit vizelerin verilmesi konusundaki yetkilendirme kabul edilmemişti.
Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Sugihara mültecilerin bu durumuna öyle üzüldü ki bakanlığının desteğini almaksızın, emirlere karşı gelmeye ve  kendi inisiyatifiyle vizelerle uğraşmaya başladı. Konsolosluğun kapandığı ve Sugihara’nın ülkeyi terk etme zamanının geldiği ana kadar ki kısa sürede, eşi ile birlikte 10,000’e yakın Yahudiye Japonya vizesi çıkardı ve kendi hükümetine karşı geldi. Sugihara bazı pasaportları bizzat kendisi mühürledi. Hatta söylenen o ki, Litvanya’yı terk ederken tren istasyonunda bile hala pasaport mühürlüyormuş. Pasaport mühürleme işine yardım etmeleri için bir kaç Yahudi’yi de görevlendirmişti ve hiç Japonca bilmediklerinden bazı mühürler baş aşağı basılmıştı. Üç hafta süren vize çıkarma işleminden sonra Yahudiler Moskova’dan trene binerek, kendilerini Japonya’ya kadar götürecek yolculuğun başlangıcını yaptılar. Tüm bunlar yaşanırken, Sugihara Tokyo’dan kendisini vizeleri uygunsuz verdiği şeklinde uyaran mesajlar almaktaydı. Vizeyi alanlar arasında bir çok haham ve talmud öğrencileri vardı. Bu kurtuluş , Yahudi geleneksel okullarının yeniden kurulmasına imkan verdi.Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Sugihara tarafından verilen vizeler, Yahudileri, 1941 Haziranında Litvanya’yı işgal eden Nazilerin ellerinden kurtardı.
Sugihara 1946’da ülkesine döndüğünde Japon dış işlerinden atıldı. Bunun isyankarlığın sonucu olduğunu biliyordu. Sonrasında yaşamını devam ettirmek için farklı işlerde çalışmak zorunda kaldı.
Mütevazi bir hayat süren  Siguhara, kurtardığı binlerce Yahudinin çocukları ve torunlarının İsrail’deki Yad Vaşem yetkililerine ifade vermesinin ardından, vefatından bir sene önce, 1985 yılında İsrail’in en yüksek onur ödülünü aldı. Sugihara bugün Japonya’da bir kahraman olarak görülür.
Çeviri: Seda Alakay
Kaynak:www.yadvashem.org/yv/en/righteous/stories/sugihara.asp

Dayanamadım dünyalılar.org' tan aldım bu yazıyı belki siz de okumak istersiniz

NARSİSİZM VE SELFİE’NİN KISA TARİHİ

Selfie son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Önce tarihçesine bir göz atalım ardından da nedenlerini konuşalım…Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
“Eğer kendini beğenmişsen kendi resimlerini imzalaman da imzalamaman da kendini beğenmişliktir. Eğer kendini beğenmiş değilsen, kendi resimlerini imzalaman da imzalamaman da kendini beğenmişlik değildir.” / F. Porter
Yunan mitosunda peri kızı Ekho, yakışıklı delikanlı Narkissos’a; Narkissos ise sudaki aksine (kendine) âşıktır. İkisi de aşkına “karşılık” bulamaz, yemeden, içmeden kesilir ve ölürler. Ekho’nun acılı sesi dağa taşa yankı (eko), Narkissos’un bedeni göle çiçek (nergis) olur.İnsan soyu tarih öncesinden bu yana kendi görüntüsüyle ilgilenmiş, suretini siyah parlak taşlarda, suda ve gölgesinde keşfetmeye çalışmıştır. M.Ö 5. yüzyılda (kusurlu) metal aynalar kullanıma girer; günümüzde kullandığımız cam aynalarsa 15. yüzyılda Venedik’te keşfedilir, tüm Avrupa’ya zenginliğin ve soyluluğun bir göstergesi olarak yayılır.Platon, aynadaki görüntüyü gereksiz bir hayal olarak değerlendirir, gerçek ayna dostun ya da aşığın (gözlerinin) aynasıdır. Seneca için aynaya bakmak kibrin göstergesidir. Sokrates ise yüzü ruhun aynası olarak görür, öğrencilerine ve sarhoşlara aynaya bakmalarını salık verir. Doğa, insanı kendine bakmaya davet eder ve aynalar “kendini bil”meye yardımcı olur.Tıpkı gölge gibi zengin bir matafor olur ayna Ortaçağ boyunca. Günah aynayı karartır, Kutsal Kitap “lekesiz bir ayna”dır. Tekvin’e göre Tanrı insanı “kendi imgesine göre ve kendi benzeri olarak” yaratmıştır. “İnsan, Tanrının bir oto portresidir” (Aynanın Tarihi, Bonnet SM, Dost Yayınları).
Kusursuz aynalardan önce krallar, soylular, din adamları ressamlara kendi portrelerini yaptırırlar. Cam aynanın keşfiyle, ressamlar da kendi portrelerini yapmaya başlarlar. İlk ünlü oto portre, Dürer’in kendini İsa biçiminde tasvir ettiği tablodur (1499). Caravvagio’dan Rembrandt’a, Van Gogh’tan Picassso’ya pek çok ünlü ressam, farklı çehrelerle sayısız oto portre çizmiştir.
Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
Oto portre bir anlamda sanatçının aynasıdır. Sanatçının kendi içine dönmesinin ve kendiyle “yüzleşmesinin” bir ürünüdür. Çok sayıda oto portre çizen F. Kahlo bunu, “en iyi bildiğim şey kendimdim”, diyerek açıklar. Aslında sanatçı, her halükarda kendine ve tarihine dönmek zorundadır. Cemil Meriç yazarı, okuyucunun karşısında çırılçıplak kalma cesareti gösteren kişi olarak tanımlar; ama sanatçı, seyircisinden önce aynada kendi çıplaklığına bakar.
Ayna görüntüyü kaydedemez, resim ise iyi ihtimalle gerçeğine benzer. İnsan soyunun kendi “kusursuz” suretini çerçevelemesi için birkaç yüzyıl beklemesi gerekmiştir. Taşınabilir fotoğraf makinelerinin icadı XIX. yüzyılın başlarına, hareketli görüntünün kaydı (sinema) sonlarına denk düşer.
Geçtiğimiz yüzyıldaki baş döndürücü teknolojik gelişmelerle ayna ve fotoğraf makinası sıradan birer eşya haline gelir. Fotoğraf makinaların küçülüp incelmesi, dijital teknolojiyle kadrajın ekrana yansıtılması, ekranın çeken tarafından görülmesi oto portre yapan ressamlar için aynanın işlevlerini yerine getirir. Bugün hepimizin cebinde oto portre çekebileceğimiz pratik cihazlar bulunur.
Oto portre resimde, fotoğrafta sanatsal bir biçimdir. Selfie ise son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Peki neden?
Ayna metaforu, kültürün diğer alanlarında olduğu gibi psikanalizde de sıkça kullanılır. Kohut, çocuğun ilk ihtiyacı olan teşhirci-büyüklenmeci gereksinimi ayna aktarımı olarak adlandırmıştır. Lacan’ın gelişim kuramında da çocuğun bütünleştiği imgesel düzenin adı ayna evresidir. Psikanalitik kuramcılar dürtülerden çok ilişkiye önem vermeye başladıkça, sağlıklı gelişimde aynalamanın (empatik yaklaşımın) önemi artar. Hatta beynimizde empati kurduğumuzda aktifleşen sinir hücrelerine ayna nöron adı verilmiştir.
Psikanalitik kuramlar, insan yavrusunun gelişimine dair ana hikâyenin farklı sürümleri olarak değerlendirilebilir. Yaşama çaresiz, bakıma muhtaç bir biçimde başlarız ve beğenilmek, onaylanmak, sevilmek esansiyel (temel) ruhsal ihtiyaçlarımızdır. Kültürün bir uzantısı ve üreticisi olan ailede yaşadığımız deneyimler (biyolojik kaderimizle birlikte) değer sistemimizi ve yaşama sevincimizi belirler. Freud’un muhteşem özetiyle sağlıklı birey, (kendisi dâhil) sevebilen ve üretebilen  insandır. Aynası işi ve sevdikleridir kişinin.
Selfie, hem bir ayna, hem de bir aynalanma ihtiyacını/açlığını gösterir. Kendiliğimize (self’imize) başkalarıyla birlikte bakmak, kendi kusursuz, beğenilen imgemizi başkalarının gözünden izlemek isteriz. Selfie’mizi çekerken baktığımız ekran “ötekinin” gözüdür aslında. Yalnızca “önemli ötekiler” de yetmez bize. Birkaç yıl öncesine kadar yakınlara göstermekle yetinilen fotoğraflar/oto portreler artık takipçilere servis edilir. Bir nevi sahneye çıkma eylemidir bu. Artık sevdiklerimizin aynalaması yetersiz kaldığından; ilgili-ilgisiz, yakın-uzak birçok insanın beğenisini toplamaya (bir anlamda ünlü olmanın şartsız-koşulsuz ilgisine) yönelik bir gereksinimi işaret eder. Ne kadar çok “like” alırsak o kadar bütünlüklü ve değerli hissederiz. Bu durum (çocuksu) büyüklenmeci-teşhirci gereksinimin hem şiddeti hem de açlığıyla ilgilidir. Yani narsisistik ihtiyaçlarımızla…
Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
Freud, “aşırı değer biçme” olarak özetlenebilecek ruhsal yanılsamaya, yukarıdaki mitostan hareketle narsisizm adını vermiştir. Kendini /ötekini / yaşamı sevebilme sorunu olarak narsisizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ruh sağlığı alanında en önemli klinik sorun haline gelir. Sanatta kırık ayna, boş çerçeve metaforları da aynı dönemde kullanılmaya başlanır. Tesadüfle açıklanamayacak bu süreç elbette ki sosyopolitik değişimlerle, yıkımlarla, kapitalizmle bire bir bağlantılıdır.
Boşluktaymış gibi bir insan psikolojisi yoktur ve toplum değiştikçe birey de değişir. Geç kapitalist dönemde yeterince aynalanamayan birey (çocuk), kendini değerli hissetmek için düzenin (annenin) ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Tükettikçe düzene tutunabildiğini ve değerli olduğunu hisseder. Yani kendiliğin (self’in) güdülemediği arzuların peşine düşer. Yaşamımızdaki parçalanma ve yabancılaşma da buna tuz biber eker.
Özetle kendimizi değerli ve önemli hissetmek isteriz. Ailede ve toplumda bir birey olarak aynalanamamak bu derin ihtiyacı körükler. Modern şehirli, onaylanma, beğenilme, işe yarar şeyler üretme konusunda kendini kısır hisseder. Sosyal medyada paylaşılan “check-in”ler, “selfie”ler, “etkinlik”ler, duygusal haller izlenildiğimiz, beğenildiğimiz ve sevildiğimize dair bir ihtiyacın dışa vurumudur. Kendini kaptıranlar için ekranlar birer yanılsamaya, büyülü aynaya dönüşebilir.
www.bilalersoy.com

22 Ocak 2015 Perşembe

Mutsuz Ressam: Vincent Van Gogh

Gençliğinde sanat simsarlığı yapmış olan ressam daha sonra Belçika’da bir madenci kasabasında misyoner olmuştur.

Resme 1880’de başlamış olan Van Gogh, ilk çalışmalarında koyu ve kasvetli renkler kullanmıştır. İzlenimcilik ve yeni izlenimcilik akımlarıyla tanışmasından sonra canlı renklerle çalışmaya başlamıştır.



Fransa’da geçirdiği yıllar yeteneğini geliştirmiş ve kendine özgü tarzını burada bulmuştur.
1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Kimi sanat tarihçileri Gauguin ile yaptıkları hararetli bir tartışma sonucu Gauguin'in isteyerek ya da kendini gard amaçlı olarak Van Gogh'un kulağını kestiğini de iddia ederler.
     
    Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo'dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir. İki kardeşin arkadaşlığı, 1872'den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.


20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkilemiş olan Van Gogh,  Empresyonizm öncülerinden kabul edilmektedir.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Gelmiş Geçmiş En Psikopat Katil; Ed Gein




Çeşitli sayfalarda seri katiller ile ilgili yazılar görmüşsünüzdür ama bu yazı sadece en psikopatıyla ilgili.
Cinayetleri evini süslemek için yaptığını söyleyen, insan derilerinden çeşitli eşyalar yapan bir katil. Bir insanın nasıl böyle bir ruh hali olabilir, nasıl bu noktaya gelebilir diye düşünüyor insan…

    Ed Gein, alkolik bir baba, dominant dindar bir anne ve abisi Henry ile büyür. Annesinin kendisine olan etkisi çok büyüktür. Babası ve abisinin ardından, annesi de vefat edince, Ed tek başına kalır. Ed’in bu yalnızlığı onu deliliğe iter. Anatomi bilimini incelemeye başlayan ve mezarlıktan cesetleri çalan Ed’in amacı, annesini tekrar diriltmektir.
Annesini diriltmeyi başaramayacağını anlayınca, annesinin yaşında bir kadının cesedinin derisini yüzmeye karar verir ve arada sırada bu deriyi (annesinin eski elbiseleriyle birlikte) elbise niyetine giyer.
Hayatı boyunca cinsel ilişkide bulunmamış olan Gein, kadınlara karşı hissetiği karmaşık duyguları pek anlayamaz ve bir kadın olma isteği geliştirir. İlk başlarda kendi kendini hadım etmeyi düşünen Gein, bir kadın derisinin kendisini yeterince kadınsı gösterdiğine inanarak, bu düşüncesinden vazgeçer. Kadın vücutlarına duyduğu isteği gitgide daha da büyüyen Gein, bir süre sonra sadece mezarlardan ceset çıkarmakla kalmaz, 1954 yılından itibaren bir cinayet işlemeye karar verir ve kurbanını annesinin öldüğü yaştan seçer.
Deri işlemesinde gün geçtikçe daha da hamaratlaşan Gein, bir süre sonra bunlardan süs eşyaları yapmaya başlar.
İlk cinayetinden sonra kasabanın şerifi Ed Gein’in izini bulur ve tutuklar. Evde arama yapan polis, birçok kadavra, insan dudaklarından yapılmış kolyeler ve diğer garip nesnelerle karşılaşır.Gein’in birden çok daha fazla cinayet işlemiş olması gerektiğini düşünür, ama daha sonra yapılan incelemelerle bu ceset parçalarının yakındaki mezarlıktan çıkarılan yaşlı kadın cesetlerinden kesildiği anlaşılır. Gein, ölü sevicilik ve yamyamlık gibi suçlamaları şiddetle inkar eder: kendisine göre cinayetleri sadece evini süslemek için işlemiştir.
Doktorlar Gein'e kronik şizofreni tanısı koymuşlardır. Ayrıca yaptıklarından yola çıkarak, onun, gizli eşcinsel olabileceği de düşünülmüştür.
Deli raporu sayesinde hapse konulmayan Gein, geri kalan hayatını ıslahevlerinde geçirir ve  77 yaşında uzun zamandır çektiği kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirir.
Hayatı ve cinayetleri filmlere ilham kaynağı olmuştur: Sapık (1960) , The Silence of the Lambs (1991) ve Teksas Testere Katliamı (1973) en bilinen örnekleridir.


 Konu hakkında kitap; Seri Katiller, Fikret Topallı (2006), İthaki Yayınevi

20 Ocak 2015 Salı

Zamanın Durduğu Şehir: Piripyat

 Ukrayna'nın kuzeyinde, Kiev oblastında, terkedilmiş bir şehirdir. Şehir Çernobil Nükleer Santrali çalışanları için 1970 yılında kurulmuştur.




 26 Nisan 1986'da  4.reaktörde meydana gelen patlama sonucu atmosfere çok sayıda radyoaktif madde saçılmıştıBu olay yüzbinlerce kişiyi öldürmüş ve milyonlarca kişiyi etkilemiştir. Bu patlama 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır.
Patlama sonucunda 49 bin nüfuslu Pripyat kenti 30 saatlik çalışma sonucu çevre illerden gelen 20 km’lik otobüs konvoyu ile boşaltılmıştır.
Yaklaşık 1000 yıl sonra tekrar yaşanabilecek radyasyon düzeyine erişebilecek olan şehir, bugün terkedilmiş haliyle ilgi çekmektedir.






                    






Not: Buradan Piripyat sokaklarını gezebilirsiniz.

Ayrıca Çernobil felaketinin canlandırıldığı bir belgesel de var.


Dünyanın İlk Sinema Filmi


İletişim fakültelerinin sinema bölümlerinde defalarca anlatılan, sinemayı keşfeden Lumiere kardeşlerin ilk filmi hatta dünyanın ilk filmi olan ‘’Trenin Gara Girişi’’ adlı film bu yazımızın konusu oluyor. Adından da anlaşılacağı üzere trenin gara girişinin ve yolcularının trenden inişinin anlatıldığı filmin gösterimi Garden Cafe adlı cafede 28 Aralık 1895 yılında yapılıyor. Efsaneye şöyle ki  filmi izleyenler, trenin ekrana doğru geldiği sahnede çığlıklar atıp salondan kaçmaya çalışıyor. Bu arada film denilmesine bakmayın, yaklaşık 1 dakikalık bir videodur Trenin Gara Girişi.

 


   Dünyanın ilk senaryolu filmi ise Georges Méliès’in 1902 yılında çektiği  Le Voyage Dans La Lune ( Aya Yolculuk) filmidir. Filmde aya seyahat etmek isteyen bir grubun hikayesi anlatılır.




Gelelim ilk türk filmine,
Tabiki bir Ayhan Işık, Belgin Doruk filmi değil :)

Asteğmen Fuat Uzkınay tarafından 14 Kasım 1914 çekilmiş olan Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmidir. Ama maalesef  hiçbir kopyası günümüze ulaşmamıştır.   



Ulrike Marie Meinhof; ''Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim.''

“Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, türk, yunan, arap, italyan göçmenler ve avrupa’nın tüm ezilenleri…ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz! Beni sağlam öldüreceksiniz… mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak!
…şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak!! yasak!!… ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız!
Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…yüz bin ve yüz bin…yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.”
(Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)



(7 Ekim 1934 - 9 Mayıs 1976). Alman radikal sol kanadı militanı ve gazeteci.
Baader-Meinhof Grubu olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun kurucularından biriydi.
İlk başlarda nükleer karşıtı hareketin bir üyesiydi ve konkret adlı radikal sol gazetenin editörüydü. 1961 yılında bir komünist olan Klaus Rainer Röhl ile evlendi. Bu evlilikten Bettina ve Regine adlı ikizleri oldu.
1968 yılında boşanan Meinhof, Berlin'deki daha radikal solcuların arasına karıştı. Sol kanadın kullandığı sıradan mücadele araçlarının etkisizliği nedeniyle hüsrana uğrayan Meinhof, 1970 yılında Andreas Baader'in hapisaneden kaçmasına yardım etti ve daha sonra kimi soygunlarda ve sanayi siteleriyle Amerikan askeri üslerinin bombalanması eylemlerinde rol aldı. Grup Alman basını tarafından hemen "Baader-Meinhof Çetesi" olarak adlandırıldı. Meinhof şehir gerillası kavramı da dahil olmak üzere grubun ürettiği pek çok broşür ve manifesto kaleme aldı. Bunlar sıradan insanın sömürülmesi ve kapitalist sistemi suçlayan yazılardı.
1972'de Langenhagen'de yakalandığında "ön duruşmalarda" 8 yıl cezaya çarptırıldı. Kendisine ömür boyu hapis cezası veren duruşmalar sırasında 9 Mayıs 1976'da JVA Stuttgart-Stammheim'daki hücresinde "ölü bulundu". Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun üyeleri de dahil olmak üzere pek çok insan daima, onun Alman iktidarının temsilcileri tarafından öldürüldüğünü söylediler.
2002 yılında, Meinhof'un beyninin ailesinin izni olmadan kafatasından çıkarıldığı ve üzerinde çalışmalar yapıldığı ortaya çıkarıldı. Magdeburg Üniversitesi'nden Bernhard Bogerts 1960larda Meinhof'un beynine yapılan bir ameliyat sonucu terörist yapıldığı gibi bir iddiada bulundu.

Kaynaklar:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ulrike_Meinhof


Bir Tarikatın Toplu İntiharı: Jonestown Katliamı İncelemesi

http://onedio.com/haber/bir-tarikatin-toplu-intihari-jonestown-katliami-incelemesi-425876


18 Kasım 1978 günü Guyana toprakları üzerinde kurulmuş Jonestown kasabasında yaşayan People's Temple (Halkın Tapınağı) Tarikatı'na mensup 900'den fazla kişi, tarikat liderleri Jim Jones  (James Warren Jones)'un vaazı üzerine siyanür içerek intihar etti. İntihar etmek istemeyen üyeler silahla vurularak öldürüldü. 

Tarikatın Temelleri Jim Jones Tarafından Atıldı






Tarikatın Temelleri Jim Jones Tarafından Atıldı






Her şey, 1951'de Jim Jones'un İndiana Komünist Partisinin toplantılarına katılmasıyla başladı. Bu toplantıların ardından Jim Jones, partilerin halkı yanlış yönlendirdiğine ve komünizme karşı doldurduğuna ikna oldu ve gerçek Marksizmi insanlara yaymak amacıyla kiliseye sızmaya karar verdi.
Kiliseye Topladığı Yardımlar ve Verdiği Vaazlarla Kısa Süre İçinde Pek Çok Kişinin Güvenini Kazandı.
Jim Jones işe ilk olarak kilise hayrına kapı kapı dolaşıp evcil maymun satarak başladı. Irkçılık karşıtı hümanist tutumu ve sevecenliğiyle özellikle toplumdan dışlanmış, Afrika kökenli ve inançlı kişilerin güvenini kazandı. Zaman zaman kilisede vaazlar verdi ve insanları bazı mucizeleri olduğuna inandırdı. Rivayetlere göre bir vaazı sırasında tekerlekli sandalyeye mahkum bir kadını iyileştirmiş, kanser hastası birkaç kişinin de tümörlerini çıkarmıştı. Elbette bunlar müritlerini etkilemek için yaptığı şovlardan başka birşey değildi; zira hiç kimse tekerlekli sandalyedeki kadının Jim Jones'un gösteri için önceden anlaştığı sekreteri, çıkardığını iddia ettiği tümörlerin de tavuk ciğeri olduğunu bilmiyordu. Çaresiz insanların zayıflıklarından faydalanan Jim Jones üyelerin adeta beyinlerini yıkıyordu.
Her geçen gün kiliseye Jim Jones'u dinlemeye gelen kişilerin sayısı artıyor ve insanlar tüm birikimlerini ve kazançlarını kiliseye bağışlıyordu. Ve nihayet 1955'te The People's Temple of the Disciples of Christ Tarikatı kuruldu. Tarikatın kurulmasıyla birlikte toplantılar kapalı olarak sadece müritlere özel yapılmaya başlandı. Bu kapalı toplantılara tarikat dışından kimse alınmıyor ve içeride neler olduğunu kimse bilmiyordu.

Tarikat, 1974'te Guyana'da Ormanlık Bir Araziye Taşındı

Tarikat, 1974'te Guyana'da Ormanlık Bir Araziye Taşındı
İnsanların tarikata yönelik merakı medyanın da ilgisini çekmeye başladı. Medyadan ve modern hayattan kaçmak için tarikat,  Guyana'nın ormanlık bir bölgesine taşıdı ve bölgeye Jonestown adı verildi. Varını yoğunu satıp tarikata bağışlayan müritler Jonestown'a yerleştiler. Üyeler arasında iş bölümü yapılarak herkese bungalovların inşasında, tarım alanında, çiftlik hayvanlarının bakımında veya gündelik işlerde görevler verildi. Kasabanın her yanına Jim Jones'un telkinlerini ve emirlerini iletmek üzere hoparlörler yerleştirildi. Böylece Jim Jones kendi tabiriyle "Sosyalist Cennet"ini kurmuş oldu.

Jonestown'da Modern Yaşamdan, Teknolojiden ve Diğer İnsanlardan Uzak Bir Tecrit Hayatı Hüküm Sürüyordu.
Dünyanın geri kalanıyla iletişimini tamamen koparan Jonestown'daki sessizlik; tarikat üyelerinin ileri gelenlerinden bazılarının yakınlarının yaşadığı Kuzey Kaliforniya'nın bir inceleme heyeti gönderme kararıyla bozuldu. Kongre üyelerinden Leo Ryan ve ekibi 17 Kasım 1978'de Jonestown'a gitmek üzere yola çıktı.
Leo Ryan ve ekibi Jonestown'a ulaştıklarında tarikat üyelerinden 15 kişi onlarla birlikte geri dönmek istediklerini söylediler. Jim Jones, buna sert bir şekilde karşı çıktı ve ayrılmak isteyenleri ölümle tehdit etti. Böylece telkinler, yalandan mucizeler ve göz boyamalarla kandırılmış insanların bir kısmı uyanışa geçti. Ertesi gün ekip, 15 kişiyle birlikte uçağın bulunduğu hava alanına doğru hareket ederken silahlı tarikat üyelerinin saldırısına uğradılar. Leo Ryan ve 4 mürit hayatını kaybetti.

Toplu İntihar Çok Önceden Planlanmıştı, O Akşam Siyanürlü Kokteyller Hazılandı.
Kasabadan ayrılmak isteyen üyelerin yanı sıra tarikattan ayrılmanın çok büyük bir hata olduğunu düşünenler de vardı. Nitekim 18 Kasım 1978 akşamı Jim Jones tüm müritlerini etrafına toplayıp önceden hazırlattığı siyanürlü içecekleri içmelerini söylediğinde hiç düşünmeden zehri yudumlayanlar olacaktı.
Jim Jones, son vaazında müritlerine, çocuklarına siyanür enjekte ettikten sonra zehirli içecekleri içmelerini emrederken şu cümleleri sarf ediyordu: "Evlatlarım, ölümde büyük bir şeref vardır. Bu, ölecek olan herkes için büyük bir gösteri. Ölümden korkmayın, ölüm yalnızca farklı bir boyuta adım atmak gibi."
Hristiyanlık gereği intihar etmenin günah olduğunu düşünen bazı grup üyeleri bunun yanlışlığını dile getirdi. Bunun üzerine Jim Jones "Biz intihar etmiyoruz, biz insanlık dışı dünya şartlarını devrimci bir protestoyla kınıyoruz" dedi.
Yüzlerce mürit, hiç tereddüt etmeden önce çocuklarını, sonra kendilerini öldürdü. Kaçma teşebbüsünde bulunanlar ya diğer üyelerce intihara zorlandı ya da ateşli silahlarla vurularak öldürüldüler.
19 Kasım sabahı helikopterle olay yerine gelen basın ekibi tüm bu olanlardan bihaberdi. Kasabanın dört bir yanına dağılmış 250'ye yakını çocuk 900'den fazla cesedi görünce şok oldu.
Kısa sürede olay yerine gelen inceleme ekipleri siyanürlü içeceklerin ve enjektörlerin hazırlandığı bölüme ulaştı. Cesetler üzerinde yapılan incelemeler sonucu çoğunun ölüm nedeninin siyanür zehirlenmesi olduğu tespit edildi. Kalanların ise ateşli silah yaralanması sonucu öldüğü belirlendi. Jim Jones ise kendi silahıyla başına ateş ederek intihar etmişti.
İstatistikler sonucu katliamda hayatını kaybeden müritlerin %68'inin siyahi olduğu tespit edildi. Edinilen bilgilere göre tarikat için ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalmış, toplumdan soyutlanmış kişiler hedef seçilmişti.
Bölgede yapılan araştırma sonucu 870 pasaport ele geçirildi. Katliamda 900'den fazla kişinin öldürülmüş olduğu hesaba katıldığında, 40 kadar bebeğin Jonestown'da dünyaya geldiği tespit edildi.

"Ölmeyi Biz İstemedik"

"Ölmeyi Biz İstemedik"
Evlerde yapılan aramalar sonucu tarikat üyelerine ait pek çok günlük ve intihar notu da bulundu. Yazılanlara göre üyeler, Leo Ryan öldürüldükten sonra intihara zorlanmış ve eğer intihar etmezlerse askerler tarafından öldürüleceklerine inandırılmıştı.

Katliamdan Kurtulanlar
Tarikat üyelerinden bazıları katliamdan kurtulmayı başarmıştı. Kurtulanlardan 79 yaşındaki işitme engelli Grover Davis, intihar anonslarının yapıldığını duymadığı için olaylardan habersiz, kulübesinde uyuyordu. Herşey bittiğinde uyanmış, olanlara anlam verememiş ve kaçmıştı. Stanley Clayton ise kasaba sınırındaki silahlı güvenliği atlatmayı başararak ormana kaçmış ve böylece katliamdan kurtulmuştu.

Yakın tarihin en büyük kitlesel intiharı 2006 yılında Jonestown: The Life and Death of Peoples Temple adıyla belgesel oldu.