6 Şubat 2015 Cuma

Gökten Düşen Taşların Hikayesi: Tetris


Alexey Pajitnov 1956 yılında Moskova’da doğmuş bir Sovyet yurttaşıdır. Tam bir biyografisine ulaşılamayan bu dahi mühendis ve matematikçi Moskova Havacılık Akademisinde uygulamalı matematik alanında yükseköğrenimini 1979 yılında tamamlamıştır. Hemen ardından da seksenli yıllar boyunca ise Moskova Bilimler Akademisinde bilgisayar programcılığı üzerinde çalışmaya başlamıştır. Birçok mühendislik projesinde görev almasına rağmen ismi ancak yaratacağı küçücük bir bilgisayar oyunuyla duyulacaktır. Matematik polinomlarına ve bulmacalara olan merakı ise çıkış noktasıdır. 1984’te bu iki alışkanlığını birleştiren bir oyun geliştirmeyi başarmıştır. Daha sonra bütün dünyayı fethedecek bu oyununun adını ise Pajitnov’un “dört” kökeninden gelen ve en sevdiği spor olan tenisi de çağrıştıran bir kelimeyle yaratacaktır: tetris.

Tetris’te gökten düşen ve yer çekimiyle zemine ulaşan cisimlerin tamamı dört taşın bir araya getirilmesinden meydana geliyordu. Çeşitli dörtlü kombinasyonlardan meydan getirilmiş beş cismin yerleştirilmesinden oluşan oyun bütün yeryüzünden önce yaratıcısı Pajitnov’u esir almıştı. Daha sonra değişik varyasyonlarıyla bütün dünyada oynanmaya başlayacak olan tetris, Sovyet bürokrasinde sadece kendisi için özel kurulmuş bir devlet şirketiyle ticarileştirilmişti. Elorg isimli kamu şirketiyle Pajitnov’un oyunu Sovyet ülkesinde 6 Haziran 1984 günü yayınlanamıştır. İki yıla yakın bir süre bütün Sovyet toprakları üzerinde büyük bir fırtına estiren ve tam anlamıyla ticari bir başarı haline gelen tetris ilk kez Budapeşte’de bir İngiliz yazılım şirketi tarafından “keşfedilir”.

Bu noktadan sonra ise işler biraz karışacaktır; batı dünyasında oyunu ilk keşfeden İngiliz Andromeda şirketi Macar yetkililerinden telif haklarını satın almak için çalışırken, ABD’li Spectrum HoloByte şirketi Sovyet yetkililerden oyunun ABD’de yayımlanması için izin almayı başarmışlardır. Şirket tetris için hazırladığı ilanlarda “From Russia With Love” ve“From Russia With Fun” sloganlarını kullanmaya başlamıştır. 1986 yılında oyun ABD’de ilk kez pazarlandığında büyük bir heyacan oluşturur. Birçok insan oyunun sahibi olmak için bilgisayarlarını yenilemeyi dahi göze alır, zira oyun sadece IBM tabanlı PC’lerde çalışmaktadır. Oyun ABD’li birçok kullanıcı tarafından bağımlık derecesinde kullanılmaya başlanılmıştır. Öte yandan oyunun çeşitli varyasyonları da ortaya çıkmamıştır. Bu çeşitlemenin bir Sovyet pazarlama stratejisi olduğunu düşünüyorum, kesin olmamakla birlikte. Zira doksanlara gelmeden Amiga, Atari, Microsoft ve bir sürü şirket daha oyunun kendilerine ait sürümleriyle piyasadaki yerini almışlardır. Apple’ın da yarıştan geri duracağı düşünülemezdi. Aynı yıl üç disklik bir tetris varyasyonuyla Apple kullanıcılarına oyunu açmıştır.


Bütün dünyada tam anlamıyla bir tetris çılgınlığı yaşamaktadır. 1989 yılında bir Japon oyun firmasının başında bulunan Henk Rogers, Sovyet devletine oyunun yasal hakları için aracı olmaya başlamıştır. Rogers’in oyunun uluslararası haklarını Nintendo’ya satmasıyla dünya “GameBoy” ile tanışır. Amerikan gençliğinin ve batı modernliğinin küçük bir göstergesi olan bu ilk “oyun konsolu” tetris ile var olmuştur, hatta tetris oynanabilsin diye ortaya çıkmıştır. Bir Sovyet oyunu olan “tetris” oynanabilsin diye yaratılan Amerikan “Gameboy”u ilk küresel teknolojik çılgınlık olarak tarihe not edilebilir. Neredeyse bütün bir neslin yakından tanıdığı bu küçük oyuncak 1989’da Japonya’da aynı yıl ABD’de ve 1990’da da Avrupa’da satışa sunulmuştur.

Gameboy’un ortaya çıkmasıyla Tetris’in tanınırlığı muazzam boyutlara ulaşmıştır. Yeryüzünde Gameboy ile (yada onun ucuz taklitleriyle) ve içindeki Tetris oyunuyla tanışmayan insan kalmadığı söylenebilir. Seksenli yılların ortasında başlayan Pajitnov ve Tetris’in hikayesi doksanlı yılların başlamasıyla büyük bir değişiklik göstermeye başlayacaktır. Doğu blokunda başlayan ekonomik sorunlar siyasi çalkantıları tetikleyince Avrupa’daki duvar çatırdamaya başlar. Bir yıl içinde bütün dünya şaşkınlık içinde bir efsanenin çöküşüne televizyon canlı yayınlarıyla şahit olacaktır. Sovyetler altında büyük bir imzası bulunun teknolojik atılımların desteklediği yeni medyanın varlığıyla eşgüdümlü olarak tarihi oluşumunu sonlandırırken ilk teknoloji/bilgisayar/oyun/eğlence fenomenini de yaratmıştır.

Tetris’in yaratıcısı Pajitnov’un ABD’ye geçişi öncesinde Tetris büyük bir fenomen haline gelmişti. Esas olarak tam bir Sovyet estetik harikası olan Tetris, kullanım kolaylığı ile de her nesilden insanın kolayca kullanabileceği bir düzeydeydi. Genç, yaşlı her cinsten her sınıftan insanın kolayca anlayabileceği ve hemen müptelası olabileceği bu bilgisayar oyunu piyasanın ilki olmasa da öncüsü olmayı başarmıştı. Tetris ile bilgisayar oyunları ilk kez uluslararası bir fenomen haline gelebilmişti. Tetris öncesinde bilgisayarlar ve içerdikleri oyunlar sadece meraklı birkaç bilgisayar kurdu dışında kimsenin ilgisini çekmezken şimdi bu oyun sayesinde insanlar gökten düşen bu sihirli kareleri zemine döşemeyi merak ediyor ve yerçekimiyle eğlenmeyi öğreniyordu.


Tetris, hem kadınlar hemde erkekler ve hem yaşlılar hemde gençler tarafından oynanabilen ender oyunlardan olmak gibi bir başarıyı da taşımaktadır. Gerçekten de birçok bilgisayar oyunun aksine bugün dahi tetris küresel tanınırlığını sürdürebilmektedir. Oyun temel insani bir eğlenceyi ateşlemektedir; düşen nesnelere karşı duyulan gizli haz. Belki kutsal kitaplardaki ilk hazzın yada büyük düşünür Isaac Newton’dan halk kahramanımız Nasrettin Hoca’ya bütün insanlığı etkileyebilecek kadar küresel ve antropolojik bir gerçeğin altını çizmektedir. Türümüz belki de ağaçlarda yaşadığı o en eski günlerden bu yana düşmeye karşı hem korku hem de gizli bir haz beslemeye başlamıştır. Bugün düşen nesneleri yada ironik bir şekilde hemcinslerimizi komik bulmayı sürdürüyoruz. Tetris işte böylesi insani bir duygudan yola çıkmış ve Sovyet estetiğinin şiirsel görselliği ile işlevselleşebilmiştir.

Oyunun amacını açıklamak için uzun cümleler kurmaya gerek yoktur. Oyunu açan her kim olursa olsun ister genç ister yaşlı, ister erkek ister kadın yada ister zengin ister fakir saniyeler içinde ne yapması gerektiğini, nasıl yapması gerektiğini ve neden yapmasını gerektiği kolayca anlayabilmektedir. Oyunun Sovyet işlevselliğini yansıtan bu sadeliği büyüleyicidir. Oyunu görenlerin ilk tepkisi oyunu oynamayı sürdürmek olmaktadır ve otuz yılın ardından hala oyun bu bağımlılık yaratan çekiciliğini sürdürmektedir. Elbette ki Sovyet düşünselliğinin oyunun yaratıcısı olan Pajintnov’a kültürel katkısı açıkça gözle görülebilir düzeydedir ama tetris esas olarak batılı bir icat olan “gameboy” sayesinde geniş kitlelere ulaşabilmiştir. Hele o dönemdeki öncü kişisel bilgisayarların çoğu orta gelirli aile için yüksek olabilecek fiyatları göz önüne alındığında.

1991 yılında ise son birkaç yıldır can çekişmekte olduğu gözlenen Sovyet rejimi çatırdamaya başlar. Çok değil iki sene önce yıkılan duvarın Sovyetlerdeki etkisi muazzam olmuştur ve Prestroika dahi yaklaşan sonu engelleyememiştir. Alexey Pajitnov ise tam bu günlerde Moskova’da çalıştığı akademiden ayrılmış ve batılı şirketlere oyun kodları yazmaya başlamıştır. Ancak kariyerini çökmekte olan bir rejimin sarsıntılı başkentinde sürdüremeyeceğini de anlamıştır. 1991 ile birlikte yurtdışına çıkış serbestliğinin tanınmasıyla soluğu ABD’de alır. Önce kendi şirketini kurar ama çok geçmeden 1996 yılında Microsoft’ta çalışmaya başlar. Microsoft için oyunlar yazdıktan sonra iki binlerin başında yine kendi şirketini kurar ve free-lance çalışmalarını sürdürür. Çalışmalarını hala ABD’de sürdüren Pajitnov, bilgisayar dünyasının yaşayan efsanelerinden birisidir.

Sovyetler yıkıldıktan sonra dünyaya yayılan ve engin Sovyet tedrisatından geçmiş sayısız bilim insanından ve dâhiden sadece birisi Pajitnov. Yaratıcılığı ve girişimciliği sayesinde; tetris, bugün sıradan teknolojilerin öncülerinden birisi olmayı başardı. Büyük paralar kazanmadı belki, yarattığı artı değerden faydalanamadı ama Sovyet estetiği ve teknolojik yaratıcılığın ne boyutlara ulaştığını kanıtlamayı başardı. Batıdaki büyük bilgisayarlar olmadan, yetersizlik ve imkansızlıklarla çevrili bir ortamda dahi insanların neler yaratabileceğinin en büyük kanıtlarından birisi oldu. Bugün hala yaşadığı ABD’deki saygın konumunu bir zamanlar ABD ile rekabet edebilecek bambaşka bir dünya kurmaya çalışan devrimcilere borçlu. Tarih onu hak ettiği öncüler mertebesine çoktan koydu. Ama elbette ki tetris güncelliğini, evrenselliğini ve popülaritesini Amerikan kapitalizmine borçlu ki bu da hikayenin bir başka boyutu. Zira hiç şüphesiz eğer pazarlama stratejileri ve kapitalist tüketim alışkanlıkları olmasa bu şiirsel teknolojik gelişme bu kadar ayağa düşemeyecekti.

Alıntı; gunceltarih.org

5 Şubat 2015 Perşembe

FAŞİZMİN 14 TEMEL ÖZELLİĞİ


Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Suharto’nun Endonezya’sı, Pinochet’nin Şili’si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.
Britt’in çok tartışılan, hatta Umberto Eco’nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ‘yeni başlayanlar için 14 derste faşizm’i anlatıyor:
1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik: Faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: Düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, ‘ihtiyaç’ gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. İnsanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; Bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teroristler, vs. vardır.
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. Askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı:Faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. Faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. Kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.
7. Ulusal güvenlik takıntısı: “Korku” hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi: Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.
9. Özel sermayenin gücünün korunması: Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.
10. Emek gücünün baskı altına alınması: Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.
14. Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.
* Bu yazı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’in Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayınlanan makalesinden kısaltılarak çevrildi. (bianet)

28 Ocak 2015 Çarşamba

CHİUNE SUGİHARA: BİNLERCE YAHUDİYİ ÖLÜMDEN KURTARAN DİPLOMAT


Binlerce Yahudi’yi Nazilerden kurtardığı için ‘Japon Schindler’i olarak adlandırılan Chiune Sugihara’nın hikâyesi…Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Kasım 1939’da, bir Japon diplomat olan Chine Sugihara, Litvanya’nın dönem başkenti olan Kaunas bölgesinde büyükelçilik görevine başlamıştı.  Almanya ile Sovyetler birliği arasında yer alan 120,000 nüfuslu şehirde yaklaşık 30,000 kişilik bir Yahudi cemaati vardı.  Barış içinde yaşayan Litvanyalı Yahudiler savaşın kendilerini etkilemeyeceğini zannederek, çok geç olana kadar tehlikenin farkına varmadılar. 1940 yılında Sovyetler Birliği ülkelerini işgal ettiklerinde ise, kaçmak için iş işten geçmişti.
Sovyetler, Kaunas’daki büyükelçiliklere ülkeyi terk etme emir vermişti. Eşyalarını toplarken, Sugihara’ya konsolosluk önünde bekleyen bir Yahudi temsilci grubunun kendisini görmek istediği bilgisi geldi. Bu gruba,yıllar sonra İsrail devletinde bakan olacak olan Yahudi mülteci Zerach Warhaftig başkanlık ediyordu. Sugihara kısa bir konuşma için temsilcilerle görüşmeyi kabul etti. Yahudi üyeler umutsuz bir istekle gelmişlerdi.
Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Litvanya’daki Yahudi göçmenler büyük sıkıntıdaydı, onlara kapılarını kapatan dünyaya bir çıkış yolu arıyorlardı. Dünyada herhangi bir yere göçmenlik vizesi almaları neredeyse imkansızdı. Umutsuzca sürdürdükleri girmelerine izin verecek ülke arayışlarında, bir Hollanda kolonisi olan Curacao ‘nun giriş vizesi istemediğini öğrendiler. Bu, Litvanya’dan ayrılmalarını sağlayabilirdi. Fakat savaş Batı’ya giden tüm olası güzergahları kapadığından, temsilciler transit vize istemiyle Japon konsolosuna gelmişlerdi. Bu transit vizelerle Sovyetler Birliğinden geçme izni alabileceklerdi.
Sugihara’nın Yahudileri kurtarabilmesi için Tokyo’daki Dışişleri Bakanlığı’ndan izin alıp Yahudilere vize vermesi gerekiyordu. Japon konsolosu vizelerin verilmesi için gerekli izni üstlerinden almak için zaman istedi. 9 gün sonra Tokyo’dan cevap geldi. Talep reddedilmiş, transit vizelerin verilmesi konusundaki yetkilendirme kabul edilmemişti.
Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Sugihara mültecilerin bu durumuna öyle üzüldü ki bakanlığının desteğini almaksızın, emirlere karşı gelmeye ve  kendi inisiyatifiyle vizelerle uğraşmaya başladı. Konsolosluğun kapandığı ve Sugihara’nın ülkeyi terk etme zamanının geldiği ana kadar ki kısa sürede, eşi ile birlikte 10,000’e yakın Yahudiye Japonya vizesi çıkardı ve kendi hükümetine karşı geldi. Sugihara bazı pasaportları bizzat kendisi mühürledi. Hatta söylenen o ki, Litvanya’yı terk ederken tren istasyonunda bile hala pasaport mühürlüyormuş. Pasaport mühürleme işine yardım etmeleri için bir kaç Yahudi’yi de görevlendirmişti ve hiç Japonca bilmediklerinden bazı mühürler baş aşağı basılmıştı. Üç hafta süren vize çıkarma işleminden sonra Yahudiler Moskova’dan trene binerek, kendilerini Japonya’ya kadar götürecek yolculuğun başlangıcını yaptılar. Tüm bunlar yaşanırken, Sugihara Tokyo’dan kendisini vizeleri uygunsuz verdiği şeklinde uyaran mesajlar almaktaydı. Vizeyi alanlar arasında bir çok haham ve talmud öğrencileri vardı. Bu kurtuluş , Yahudi geleneksel okullarının yeniden kurulmasına imkan verdi.Chiune_Sugihara_Binlerce_Yahudiyi_Ölümden_Kurtaran_Diplomat
Sugihara tarafından verilen vizeler, Yahudileri, 1941 Haziranında Litvanya’yı işgal eden Nazilerin ellerinden kurtardı.
Sugihara 1946’da ülkesine döndüğünde Japon dış işlerinden atıldı. Bunun isyankarlığın sonucu olduğunu biliyordu. Sonrasında yaşamını devam ettirmek için farklı işlerde çalışmak zorunda kaldı.
Mütevazi bir hayat süren  Siguhara, kurtardığı binlerce Yahudinin çocukları ve torunlarının İsrail’deki Yad Vaşem yetkililerine ifade vermesinin ardından, vefatından bir sene önce, 1985 yılında İsrail’in en yüksek onur ödülünü aldı. Sugihara bugün Japonya’da bir kahraman olarak görülür.
Çeviri: Seda Alakay
Kaynak:www.yadvashem.org/yv/en/righteous/stories/sugihara.asp

Dayanamadım dünyalılar.org' tan aldım bu yazıyı belki siz de okumak istersiniz

NARSİSİZM VE SELFİE’NİN KISA TARİHİ

Selfie son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Önce tarihçesine bir göz atalım ardından da nedenlerini konuşalım…Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
“Eğer kendini beğenmişsen kendi resimlerini imzalaman da imzalamaman da kendini beğenmişliktir. Eğer kendini beğenmiş değilsen, kendi resimlerini imzalaman da imzalamaman da kendini beğenmişlik değildir.” / F. Porter
Yunan mitosunda peri kızı Ekho, yakışıklı delikanlı Narkissos’a; Narkissos ise sudaki aksine (kendine) âşıktır. İkisi de aşkına “karşılık” bulamaz, yemeden, içmeden kesilir ve ölürler. Ekho’nun acılı sesi dağa taşa yankı (eko), Narkissos’un bedeni göle çiçek (nergis) olur.İnsan soyu tarih öncesinden bu yana kendi görüntüsüyle ilgilenmiş, suretini siyah parlak taşlarda, suda ve gölgesinde keşfetmeye çalışmıştır. M.Ö 5. yüzyılda (kusurlu) metal aynalar kullanıma girer; günümüzde kullandığımız cam aynalarsa 15. yüzyılda Venedik’te keşfedilir, tüm Avrupa’ya zenginliğin ve soyluluğun bir göstergesi olarak yayılır.Platon, aynadaki görüntüyü gereksiz bir hayal olarak değerlendirir, gerçek ayna dostun ya da aşığın (gözlerinin) aynasıdır. Seneca için aynaya bakmak kibrin göstergesidir. Sokrates ise yüzü ruhun aynası olarak görür, öğrencilerine ve sarhoşlara aynaya bakmalarını salık verir. Doğa, insanı kendine bakmaya davet eder ve aynalar “kendini bil”meye yardımcı olur.Tıpkı gölge gibi zengin bir matafor olur ayna Ortaçağ boyunca. Günah aynayı karartır, Kutsal Kitap “lekesiz bir ayna”dır. Tekvin’e göre Tanrı insanı “kendi imgesine göre ve kendi benzeri olarak” yaratmıştır. “İnsan, Tanrının bir oto portresidir” (Aynanın Tarihi, Bonnet SM, Dost Yayınları).
Kusursuz aynalardan önce krallar, soylular, din adamları ressamlara kendi portrelerini yaptırırlar. Cam aynanın keşfiyle, ressamlar da kendi portrelerini yapmaya başlarlar. İlk ünlü oto portre, Dürer’in kendini İsa biçiminde tasvir ettiği tablodur (1499). Caravvagio’dan Rembrandt’a, Van Gogh’tan Picassso’ya pek çok ünlü ressam, farklı çehrelerle sayısız oto portre çizmiştir.
Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
Oto portre bir anlamda sanatçının aynasıdır. Sanatçının kendi içine dönmesinin ve kendiyle “yüzleşmesinin” bir ürünüdür. Çok sayıda oto portre çizen F. Kahlo bunu, “en iyi bildiğim şey kendimdim”, diyerek açıklar. Aslında sanatçı, her halükarda kendine ve tarihine dönmek zorundadır. Cemil Meriç yazarı, okuyucunun karşısında çırılçıplak kalma cesareti gösteren kişi olarak tanımlar; ama sanatçı, seyircisinden önce aynada kendi çıplaklığına bakar.
Ayna görüntüyü kaydedemez, resim ise iyi ihtimalle gerçeğine benzer. İnsan soyunun kendi “kusursuz” suretini çerçevelemesi için birkaç yüzyıl beklemesi gerekmiştir. Taşınabilir fotoğraf makinelerinin icadı XIX. yüzyılın başlarına, hareketli görüntünün kaydı (sinema) sonlarına denk düşer.
Geçtiğimiz yüzyıldaki baş döndürücü teknolojik gelişmelerle ayna ve fotoğraf makinası sıradan birer eşya haline gelir. Fotoğraf makinaların küçülüp incelmesi, dijital teknolojiyle kadrajın ekrana yansıtılması, ekranın çeken tarafından görülmesi oto portre yapan ressamlar için aynanın işlevlerini yerine getirir. Bugün hepimizin cebinde oto portre çekebileceğimiz pratik cihazlar bulunur.
Oto portre resimde, fotoğrafta sanatsal bir biçimdir. Selfie ise son zamanlarda yaygınlaşan yeni bir sosyalleşme biçiminin ilginç bir fenomeni. Birçoğumuz, bilgisayar ve akıllı telefon ekranlarında, başka insanların görmesi amacıyla, sanatsal kaygı duymadan, kendi kendimizi “yayınlıyoruz”. Peki neden?
Ayna metaforu, kültürün diğer alanlarında olduğu gibi psikanalizde de sıkça kullanılır. Kohut, çocuğun ilk ihtiyacı olan teşhirci-büyüklenmeci gereksinimi ayna aktarımı olarak adlandırmıştır. Lacan’ın gelişim kuramında da çocuğun bütünleştiği imgesel düzenin adı ayna evresidir. Psikanalitik kuramcılar dürtülerden çok ilişkiye önem vermeye başladıkça, sağlıklı gelişimde aynalamanın (empatik yaklaşımın) önemi artar. Hatta beynimizde empati kurduğumuzda aktifleşen sinir hücrelerine ayna nöron adı verilmiştir.
Psikanalitik kuramlar, insan yavrusunun gelişimine dair ana hikâyenin farklı sürümleri olarak değerlendirilebilir. Yaşama çaresiz, bakıma muhtaç bir biçimde başlarız ve beğenilmek, onaylanmak, sevilmek esansiyel (temel) ruhsal ihtiyaçlarımızdır. Kültürün bir uzantısı ve üreticisi olan ailede yaşadığımız deneyimler (biyolojik kaderimizle birlikte) değer sistemimizi ve yaşama sevincimizi belirler. Freud’un muhteşem özetiyle sağlıklı birey, (kendisi dâhil) sevebilen ve üretebilen  insandır. Aynası işi ve sevdikleridir kişinin.
Selfie, hem bir ayna, hem de bir aynalanma ihtiyacını/açlığını gösterir. Kendiliğimize (self’imize) başkalarıyla birlikte bakmak, kendi kusursuz, beğenilen imgemizi başkalarının gözünden izlemek isteriz. Selfie’mizi çekerken baktığımız ekran “ötekinin” gözüdür aslında. Yalnızca “önemli ötekiler” de yetmez bize. Birkaç yıl öncesine kadar yakınlara göstermekle yetinilen fotoğraflar/oto portreler artık takipçilere servis edilir. Bir nevi sahneye çıkma eylemidir bu. Artık sevdiklerimizin aynalaması yetersiz kaldığından; ilgili-ilgisiz, yakın-uzak birçok insanın beğenisini toplamaya (bir anlamda ünlü olmanın şartsız-koşulsuz ilgisine) yönelik bir gereksinimi işaret eder. Ne kadar çok “like” alırsak o kadar bütünlüklü ve değerli hissederiz. Bu durum (çocuksu) büyüklenmeci-teşhirci gereksinimin hem şiddeti hem de açlığıyla ilgilidir. Yani narsisistik ihtiyaçlarımızla…
Narsisizm_ Selfie'nin _tarihi
Freud, “aşırı değer biçme” olarak özetlenebilecek ruhsal yanılsamaya, yukarıdaki mitostan hareketle narsisizm adını vermiştir. Kendini /ötekini / yaşamı sevebilme sorunu olarak narsisizm, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, ruh sağlığı alanında en önemli klinik sorun haline gelir. Sanatta kırık ayna, boş çerçeve metaforları da aynı dönemde kullanılmaya başlanır. Tesadüfle açıklanamayacak bu süreç elbette ki sosyopolitik değişimlerle, yıkımlarla, kapitalizmle bire bir bağlantılıdır.
Boşluktaymış gibi bir insan psikolojisi yoktur ve toplum değiştikçe birey de değişir. Geç kapitalist dönemde yeterince aynalanamayan birey (çocuk), kendini değerli hissetmek için düzenin (annenin) ihtiyaçlarını karşılamaya yönelir. Tükettikçe düzene tutunabildiğini ve değerli olduğunu hisseder. Yani kendiliğin (self’in) güdülemediği arzuların peşine düşer. Yaşamımızdaki parçalanma ve yabancılaşma da buna tuz biber eker.
Özetle kendimizi değerli ve önemli hissetmek isteriz. Ailede ve toplumda bir birey olarak aynalanamamak bu derin ihtiyacı körükler. Modern şehirli, onaylanma, beğenilme, işe yarar şeyler üretme konusunda kendini kısır hisseder. Sosyal medyada paylaşılan “check-in”ler, “selfie”ler, “etkinlik”ler, duygusal haller izlenildiğimiz, beğenildiğimiz ve sevildiğimize dair bir ihtiyacın dışa vurumudur. Kendini kaptıranlar için ekranlar birer yanılsamaya, büyülü aynaya dönüşebilir.
www.bilalersoy.com

22 Ocak 2015 Perşembe

Mutsuz Ressam: Vincent Van Gogh

Gençliğinde sanat simsarlığı yapmış olan ressam daha sonra Belçika’da bir madenci kasabasında misyoner olmuştur.

Resme 1880’de başlamış olan Van Gogh, ilk çalışmalarında koyu ve kasvetli renkler kullanmıştır. İzlenimcilik ve yeni izlenimcilik akımlarıyla tanışmasından sonra canlı renklerle çalışmaya başlamıştır.



Fransa’da geçirdiği yıllar yeteneğini geliştirmiş ve kendine özgü tarzını burada bulmuştur.
1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesmiş, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar etmiştir. Kimi sanat tarihçileri Gauguin ile yaptıkları hararetli bir tartışma sonucu Gauguin'in isteyerek ya da kendini gard amaçlı olarak Van Gogh'un kulağını kestiğini de iddia ederler.
     
    Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo'dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir. İki kardeşin arkadaşlığı, 1872'den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.


20. yüzyıl sanatını ciddi şekilde etkilemiş olan Van Gogh,  Empresyonizm öncülerinden kabul edilmektedir.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Gelmiş Geçmiş En Psikopat Katil; Ed Gein




Çeşitli sayfalarda seri katiller ile ilgili yazılar görmüşsünüzdür ama bu yazı sadece en psikopatıyla ilgili.
Cinayetleri evini süslemek için yaptığını söyleyen, insan derilerinden çeşitli eşyalar yapan bir katil. Bir insanın nasıl böyle bir ruh hali olabilir, nasıl bu noktaya gelebilir diye düşünüyor insan…

    Ed Gein, alkolik bir baba, dominant dindar bir anne ve abisi Henry ile büyür. Annesinin kendisine olan etkisi çok büyüktür. Babası ve abisinin ardından, annesi de vefat edince, Ed tek başına kalır. Ed’in bu yalnızlığı onu deliliğe iter. Anatomi bilimini incelemeye başlayan ve mezarlıktan cesetleri çalan Ed’in amacı, annesini tekrar diriltmektir.
Annesini diriltmeyi başaramayacağını anlayınca, annesinin yaşında bir kadının cesedinin derisini yüzmeye karar verir ve arada sırada bu deriyi (annesinin eski elbiseleriyle birlikte) elbise niyetine giyer.
Hayatı boyunca cinsel ilişkide bulunmamış olan Gein, kadınlara karşı hissetiği karmaşık duyguları pek anlayamaz ve bir kadın olma isteği geliştirir. İlk başlarda kendi kendini hadım etmeyi düşünen Gein, bir kadın derisinin kendisini yeterince kadınsı gösterdiğine inanarak, bu düşüncesinden vazgeçer. Kadın vücutlarına duyduğu isteği gitgide daha da büyüyen Gein, bir süre sonra sadece mezarlardan ceset çıkarmakla kalmaz, 1954 yılından itibaren bir cinayet işlemeye karar verir ve kurbanını annesinin öldüğü yaştan seçer.
Deri işlemesinde gün geçtikçe daha da hamaratlaşan Gein, bir süre sonra bunlardan süs eşyaları yapmaya başlar.
İlk cinayetinden sonra kasabanın şerifi Ed Gein’in izini bulur ve tutuklar. Evde arama yapan polis, birçok kadavra, insan dudaklarından yapılmış kolyeler ve diğer garip nesnelerle karşılaşır.Gein’in birden çok daha fazla cinayet işlemiş olması gerektiğini düşünür, ama daha sonra yapılan incelemelerle bu ceset parçalarının yakındaki mezarlıktan çıkarılan yaşlı kadın cesetlerinden kesildiği anlaşılır. Gein, ölü sevicilik ve yamyamlık gibi suçlamaları şiddetle inkar eder: kendisine göre cinayetleri sadece evini süslemek için işlemiştir.
Doktorlar Gein'e kronik şizofreni tanısı koymuşlardır. Ayrıca yaptıklarından yola çıkarak, onun, gizli eşcinsel olabileceği de düşünülmüştür.
Deli raporu sayesinde hapse konulmayan Gein, geri kalan hayatını ıslahevlerinde geçirir ve  77 yaşında uzun zamandır çektiği kanser hastalığı sonucu yaşamını yitirir.
Hayatı ve cinayetleri filmlere ilham kaynağı olmuştur: Sapık (1960) , The Silence of the Lambs (1991) ve Teksas Testere Katliamı (1973) en bilinen örnekleridir.


 Konu hakkında kitap; Seri Katiller, Fikret Topallı (2006), İthaki Yayınevi

20 Ocak 2015 Salı

Zamanın Durduğu Şehir: Piripyat

 Ukrayna'nın kuzeyinde, Kiev oblastında, terkedilmiş bir şehirdir. Şehir Çernobil Nükleer Santrali çalışanları için 1970 yılında kurulmuştur.




 26 Nisan 1986'da  4.reaktörde meydana gelen patlama sonucu atmosfere çok sayıda radyoaktif madde saçılmıştıBu olay yüzbinlerce kişiyi öldürmüş ve milyonlarca kişiyi etkilemiştir. Bu patlama 20. yüzyılın ilk büyük nükleer kazasıdır.
Patlama sonucunda 49 bin nüfuslu Pripyat kenti 30 saatlik çalışma sonucu çevre illerden gelen 20 km’lik otobüs konvoyu ile boşaltılmıştır.
Yaklaşık 1000 yıl sonra tekrar yaşanabilecek radyasyon düzeyine erişebilecek olan şehir, bugün terkedilmiş haliyle ilgi çekmektedir.






                    






Not: Buradan Piripyat sokaklarını gezebilirsiniz.

Ayrıca Çernobil felaketinin canlandırıldığı bir belgesel de var.


Dünyanın İlk Sinema Filmi


İletişim fakültelerinin sinema bölümlerinde defalarca anlatılan, sinemayı keşfeden Lumiere kardeşlerin ilk filmi hatta dünyanın ilk filmi olan ‘’Trenin Gara Girişi’’ adlı film bu yazımızın konusu oluyor. Adından da anlaşılacağı üzere trenin gara girişinin ve yolcularının trenden inişinin anlatıldığı filmin gösterimi Garden Cafe adlı cafede 28 Aralık 1895 yılında yapılıyor. Efsaneye şöyle ki  filmi izleyenler, trenin ekrana doğru geldiği sahnede çığlıklar atıp salondan kaçmaya çalışıyor. Bu arada film denilmesine bakmayın, yaklaşık 1 dakikalık bir videodur Trenin Gara Girişi.

 


   Dünyanın ilk senaryolu filmi ise Georges Méliès’in 1902 yılında çektiği  Le Voyage Dans La Lune ( Aya Yolculuk) filmidir. Filmde aya seyahat etmek isteyen bir grubun hikayesi anlatılır.




Gelelim ilk türk filmine,
Tabiki bir Ayhan Işık, Belgin Doruk filmi değil :)

Asteğmen Fuat Uzkınay tarafından 14 Kasım 1914 çekilmiş olan Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı filmidir. Ama maalesef  hiçbir kopyası günümüze ulaşmamıştır.   



Ulrike Marie Meinhof; ''Üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim.''

“Çok güvenli görünüyorsunuz! Fakat sanmayın ki bu böylece devam edecek! Öfke ve nefret büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, biliyorum. İspanyol, türk, yunan, arap, italyan göçmenler ve avrupa’nın tüm ezilenleri…ve tüm kadınlar, ezildiğinin, aşağılandığının sömürüldüğünün farkında olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve beni neden öldürmek istediğinizi anlayacaklar… Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar, hiç biriniz umurumda değilsiniz. Asla beni delirtemeyeceksiniz! Beni sağlam öldüreceksiniz… mükemmel bir ruh ve mükemmel bir beyinle. Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak! Herkes sosyal demokrasinin neye benzediğini anlayacak!
…şimdiden cesedimi kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma kapatmanızı görür gibiyim. Ulrike Meinhof kendini astı diyeceksiniz. Kanlı ellerinizle kapıları yüzlerine kapatacak ve fotoğraf çekmeyi soru sormayı yasaklayacaksınız. Yasak diyeceksiniz, cesedi incelemek yasak! soru sormak, düşünmek, tahmin etmek yasak!! yasak!!… ama kendi korkunuzu yasaklayamazsınız! Her katile özgü korkuyu yasaklayamazsınız!
Cesedim bir dağ gibi ağır olacak…yüz bin ve yüz bin…yüz binlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin oturduğunuz o sahte tahtı sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar! ..ve hep birlikte bağıracaklar: Ulrike Meinhof’u öldüremeyeceksiniz.”
(Dario Fo, Ben Ulrike, Bağırıyorum)



(7 Ekim 1934 - 9 Mayıs 1976). Alman radikal sol kanadı militanı ve gazeteci.
Baader-Meinhof Grubu olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun kurucularından biriydi.
İlk başlarda nükleer karşıtı hareketin bir üyesiydi ve konkret adlı radikal sol gazetenin editörüydü. 1961 yılında bir komünist olan Klaus Rainer Röhl ile evlendi. Bu evlilikten Bettina ve Regine adlı ikizleri oldu.
1968 yılında boşanan Meinhof, Berlin'deki daha radikal solcuların arasına karıştı. Sol kanadın kullandığı sıradan mücadele araçlarının etkisizliği nedeniyle hüsrana uğrayan Meinhof, 1970 yılında Andreas Baader'in hapisaneden kaçmasına yardım etti ve daha sonra kimi soygunlarda ve sanayi siteleriyle Amerikan askeri üslerinin bombalanması eylemlerinde rol aldı. Grup Alman basını tarafından hemen "Baader-Meinhof Çetesi" olarak adlandırıldı. Meinhof şehir gerillası kavramı da dahil olmak üzere grubun ürettiği pek çok broşür ve manifesto kaleme aldı. Bunlar sıradan insanın sömürülmesi ve kapitalist sistemi suçlayan yazılardı.
1972'de Langenhagen'de yakalandığında "ön duruşmalarda" 8 yıl cezaya çarptırıldı. Kendisine ömür boyu hapis cezası veren duruşmalar sırasında 9 Mayıs 1976'da JVA Stuttgart-Stammheim'daki hücresinde "ölü bulundu". Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun üyeleri de dahil olmak üzere pek çok insan daima, onun Alman iktidarının temsilcileri tarafından öldürüldüğünü söylediler.
2002 yılında, Meinhof'un beyninin ailesinin izni olmadan kafatasından çıkarıldığı ve üzerinde çalışmalar yapıldığı ortaya çıkarıldı. Magdeburg Üniversitesi'nden Bernhard Bogerts 1960larda Meinhof'un beynine yapılan bir ameliyat sonucu terörist yapıldığı gibi bir iddiada bulundu.

Kaynaklar:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ulrike_Meinhof